30 Ocak 2010 Cumartesi

Kıssadan Hisse Senedi: Empati


Nerede kaybediyoruz? İnsanoğlundaki bu acımasızlık hissiyatının kökeni nedir? 21.yy bile bu konuda bir panzehir üretemedi. Sorunlarımızın çözüm kaynağı hala aynı silahlar. Bir noktaya kadar hepimiz medeniyiz, ancak bardağın suyu taştığı zaman hemen sıvamaya başlıyoruz kolları. Tekrar soruyorum, nerede kaybediyoruz?

Şiddet içerikli bir giriş yaptığımın farkındayım, bu sebepten içimdeki şiddetten bi’haber masum çocuğa veriyorum kalemi. Vereceğim örneklerin ekspresyonist olmasından kaçınacağım. Neyse, bir haftalık süreç içinde yaşadığım bir anım, kafanızdaki bazı soru işaretlerine cevap verebilir. Eski bir arkadaşım, ilkokuldan. Sohbetimiz de iyiydi vakti zamanında. Onun okulu da benimle aynı istikamette olduğundan hergün aynı saatte karşı kaldırımlarda yürüyoruz. Birgün, her zaman aynı kaldırımda yürümenin verdiği bıkkınlıkla atıyorum kendimi karşı kaldırıma. 3 yıldır selamlaşmadığım, ama “feysbuk” tarzı sosyal iletişim ortamlarında kanka olduğum sevgili arkadaşım, fil adımıyla 3 adım ileride.Artık selam verme vaktinin gelip çattığını düşünmeye başlıyorum ve bu beni çok hüzünlendiriyor. Bu hüznün nedeni elbette ki arkadaşım değil. Selam verme sırasında başrolde olmayı sevmiyorum. Biraz yabani olduğum söylenir zaten. Neyse, fil adımıyla kaldı iki adım. Yavaş yürümek için çırpınıyorum adeta. Cüneyt Arkın edasıyla bir sağa bir sola bakıyorum. Kaldı bir adım. Selam vermek kaçınılmaz gibi gözükse de, ben yine de başrolü üstlenmeyeceğim. O an vicdanıma bu sözü veriyorum. Karşı kaldırıma geçme planı da yaklaşmakta olan belediye otobüsüyle artık imkan dahilinde değil. Bu melankoli trafiğinde sağ yanıma bakmamla arkadaşımı görmem bir oluyor. Üç saniyelik bir karar aşamasından sonra selam vermeden geçiyorum ki o da selam vermiyor. O an haklı olmanın tatlı gururunu yaşadığımı hissediyorum.

Ertesi gün, evelsi gün sıkılıp karşıya geçtiğim yol arkadaşım sevgili kaldırımımı özlediğimi fark ediyorum.Yüce Tanrım!.. Biricik kaldırımım işgal altında!.. O an emperyalizmin ne demek olduğunu gerçekten anlıyorum. Boğazımda düğümlenen hıçkırık, “bırak selam verme” diyor. O gün yine selam vermeden geçiyorum. 3-4 gün boyunca aynı şeyleri farklı dramatik kalıplarda yaşıyorum. Bu duygu birikimine daha fazla dayanamayacağımı, zira Genç Werther’in bile ızdırap konusunda benimle yarışamayacağını düşünüyorum.

Bir sonraki gün başrol olmanın verdiği heyecanla, birazdan sizde aynen aktaracağım diyaloğun baş kahramanı oluyorum. Arkadaşımın adını vermek istemiyorum zira onun bu yazı sebebiyetiyle haksız bir üne kavuşması beni hüzünlendirir. Ama gerek sıcakkanlılığı itibariyle siz onu “Ertuğrul” ismiyle bilin. Sizi daha fazla heyecanlandırmadan, diyaloğu aynen aktarıyorum:
Ertuğrul!!
Vay Fethi, ne yapıyorsun!..
İyi kardeşim ya nasıl olsun. Bir haftadır yanından geçiyorum, ne selam ne sabah!..
Abi inanmazsın ben de senden beklemiştim. Selamlaşma konularında esas oğlanı oynamayı sevmem. (Gülüşmeler)
….
Soluksuz kalmıştım. 2 dakikada bana bir hayat dersi vermişti sanki. Beni vezir ya da rezil yapan trajik melankolilerin aynısını o da yaşamıştı, o da düşünmüştü belli ki. Nerede kaybetmiştim? Empati. Yüzyıllardır nerede kaybediyoruz? Yine empati.

Düşünüp düşünüp içlendim. Elinde tüfekle, yurdundan uzakta nefes alan askerleri düşündüm. Tankları, cepheleri… Empatiden yoksunluk muydu bizi böyle yapan? Egoizm bizi günbegün vahşi ve asosyalleştirirken empatinin kudretini ne zaman idrak edecek insanoğlu? Tekrar düşünüp, tekrar içlendim.

Şu beş dakikalık diyalog, kişisel evrimimde büyük bir rol üstlenmişti. Nietzsche’nin “üstün insan”ına bir adım daha yakındım artık. Teşekkürler Nietzsche!.. Teşekkürler Ertuğrul!..

1 yorum:

  1. Dostum, buradan içinde olduğunu ileri sürdüğün şiddetten bihaber olduğunu iddia ettiğin masum çocuğa bir şarkıyla seslenmek istiyorum: Geri dön geri dön ne olur geri dön, naranam narinoy...

    YanıtlaSil