30 Ocak 2010 Cumartesi

antimetafiziksel mizahi bir öykü denemesi.


Saatine son kez baktı,evden çıkmak üzereydi.Geç kalma huyu yüzünden defalarca kez işinden atılmıştı. Bu sebepten dolayı yaşıtları gibi her sabah işe gitmek yerine iş görüşmelerine gidiyordu. Her iş görüşmesi başına belli bir ücret alsaydı, reklamlarda gördüğü "tıkırr tıkır" nitelemeleriyle mal varlığını özetleyen karizmatik iş adamlarından biri olabilirdi. Sanıldığının aksine uyku problemi yoktu. Gazı açık bırakıp bırakmadığını üç kez kontrol etti, üç kontrol aşamasında da aynı tedirginliği sürüyordu. Kapalı olduğunu gördüğü halde her odanın ışığını teker teker kontrol etti; ne yaparsa yapsın bu tedirginlik sürüyordu ve sürmeye devam edecekti. Bu takıntıları peşini bırakacağa benzemiyordu ama bunu sorgulamanın vakti değildi zira iş görüşmesine geç kalmıştı. Kapıyı üç kez kilitledi ve nihayet yola koyuldu.
Dış görünüşü takıntılarını yansıtmıyordu. Sinek kaydı traşı, özenle bağladığı kravatı ve saç traşıyla her sabah bindiği otobüsteki insanların gözünde iyi bir izlenim yaratıyordu. Otobüste geçirdiği zamanı kafasından senaryolar üreterek geçiriyordu. Ya babası bir trafik kazasında ölseydi? Ya kardeşleri? Onların başına bir şey gelirse ne yapardı? Eliyle kulak memesini çekti -aynı anda öpmek fiilini gerçekleştirmesi gerekiyordu, bu adettendi- ve parmaklarını üç kez cama vurdu.
Beyninde oluşturduğu kötü senaryoların gerçekleşmemesi için senaryo başına bir kez bu hareketi yapması gerekiyordu. Bu hareketi yirmi altı kez yaptıktan sonra – belli ki beyninde tamı tamına yirmi altı senaryo oluşturmuştu- yerinden kalktı ve bir sonraki durakta indi. İş başvurusunda bulunduğu şirkete doğru yürüyordu.
-Kaldırımdan yürümezsen ailenin ve senin başına çok kötü işler gelecek!
İç sesi her zaman olduğu gibi yine tehdit etmişti onu. Her seferinde boyun eğiyordu bu acımasız buyruklara. Kaldırıma çıktı ve her zaman yaptığı o hareketi (kulak memesi/dudak/bu sefer diş) tekrarladı. Ailesini seviyordu, ve mantığına göre bu hareketi yaptığı taktirde onları her türlü sıkıntıdan koruyacaktı.Nihayet şirkete ulaştı. Tam kapıdan içeri girecekti ki büyük bir hata yaptığını farketti.Geri döndü, ve sağ ayağıyla tekrar içeri girdi.
- Coşkun Gülpınar, siz misiniz?
-Evet, gecikmemin nedeni ..
-Onu Kemal Bey'e anlatmalısınız. İçeride sizi bekliyor. Sağdan ilk kapı.
Kapıyı üç kez tıklattı ve "gel" emrinden sonra beklemeden içeri girdi.
İçindeki o tehditkar ses, tekrar dile geldi:
-3 saniye içinde kulağını çekip, aynı anda öpme fiilini gerçekleştirmezsen, üstüne üstlük parmağını 3 kez Kemal Bey’in kafasına vurmazsan, annen/baban bir trafik kazasında can verecekler!.
Coşkun,her ne kadar içindeki sesi susturamasa da, Kemal Bey’in kafasına vuramadı.Gözleri saati izliyordu Coşkun’un, Kemal Bey duvara konuşuyordu. Peşisıra üç saniye geçti.
Coşkun’un annesi ve babası ölmemişti.

hariçten gazel.

-Sevgili okur sözünü kesiyorum, lafını unutma.

- Merak ediyorum da, ülke topraklarımızın tümü Batı Avrupa’da olsaydı dizi sektörümüz ne yapacaktı? Gerçekten fena. Doğudaki “en töreli” aşiret hayal edilir, bu aşiretin genç ve yakışıklı üyesi (genelde kirli sakallı zenginlerdendir ve markası meçhul bir ‘jeep’i vardır) batılı, entellektüel bir ablaya aşık olur. İstisnasız her dizi karakterine mistik bir isim verilir. Alıştık bunlara ağabeyler, biraz yenilik ama !..

-Geçen gün odamda otururken Bülent Ortaçgil dinlemeye karar verdim; ama bir yandan da nasıl tedirginim anlatamam. Hayır sevgili okur; psikopat değilim. Bu tedirginliğimin nedeni, gerçekten çok fena. Ne zaman Ortaçgil dinlesem, kalitesiz mizahın dehlizlerinde kaybediyorum kendimi. Sen kaşındın sevgili okur, bak yine zihnimde şahlandı espriler. Durduramıyorum ki.

-Modern sentez: Serdar Ortaçgil.

-Hazır Ortaçgil demişken, akıllara zarar bir şarkısı vardır kendisinin, ‘Bu İş Zor Yonca’ isminde. Şarkıyı dinle, buram buram Yonca Evcimik kokusu alacaksın. Ruhun dalgalanırken kokunun ambiansında, 90’ların danslarını getir aklına.Gerçekten riskli bir ortam. Cesaret edebilene.

- “Ballı lokma tatlısı, aman hadi hayırlısı..” Y.Evcimik

-Her şeyi anlarım ama “Aks Kafası” isimli mekanik araba parçasını anlayamam. Hadi onu da anladım, ama bir arabanın “aks kafasının meme yapmış olması” nasıl kabul edilebilir ki? Gerçekten çok dramatik.Hadi kabul ettik diyelim a dostlar, bu arabanın bizim olduğunu nasıl ama nasıl kabul edeceğim? Ha, yoksa ben miyim anormal?

-Sevgili okur, şurada suya sabuna dokunmadan apolitik mizah yapabilme telaşesi içindeyim; zaten gerginim bir de sen bulaşma bana. Dost, bulaşma bana. Can, bulaşma bana.

-O kadar isterdim ki şu köşeden sosyal mesaj verebilmeyi. “Şu şöyledir,böyledir” diyerek ahkam kesmeyi.
Yahut öğrenci arkadaşlarıma “Aman stres yapmayın, şöyle böyle vs vs..” diyebilmeyi. Daha terzi kendi söküğünü dikemiyor canlar, size nasıl yardım edeyim ben. Ama meraklısına, tiryakisine şöyle bir sosyal mesaj verebilirim mesela: Kitaplarınızda gördüğünüz ak sakallı, dil çıkartan dedelerin hepsi öldü – orta yaşlı edebiyatçılarımızı ve bilim adamlarımızı tenzih ediyorum-. Pisagor, Lamarck, Darwin, Einstein, vesaire, hepsi vefat ettiler. Adamların bilim anlayışını sorgulayacağınıza, “Hmm.. Evet, Prof.Dr. Zamazingo’nun kuantum/muantum (atıyorum kafamdan) teorisi zayıfmış.” Şeklindeki yorumlarınızla rahmetlilerin kemiklerini sızlatacağınıza arkasından iyi konuşmayı denesenize eyy ortaöğretim insanları !.. Gerçi bu sizin ayıbız değil, sistemin ayıbı. Biricik öğretmenlerimi tenzih ediyorum buradan.

-“Zaar” da bir kelimedir, kullanalım; kullanmayanları uyaralım. (Cümle içinde kullanıyorum: “Zaar da bir kelimedir zaar.” )

-Al sana ödüllü soru:
“Katolitik Çağ”, “sial tabakası” ve “Ajda Pekkan” söz öbeklerini aynı cümle içinde kullanabilen arkadaşlara benden bir çay. Eğer bir yerde görürseniz beni ,
cümlenizle beraber bekliyorum sizi.

- T.B.M.M’ye gidip, konuşma kürsüsüne çıkıp : “Aranızda Zamazingo Çikolatalı Gofret sevmeyen var mıı??”
diye bağırasım var.

-Levent Kırca ve Ali Kırca’yı karıştıran 3-5 kişi bulurum. (Fethi bunu beğendi ve paylaştı.)

- “Feysbuk” haddini aşarsa: “Sen dahil, üç arkadaşın bunu beğendi. Biri sıra arkadaşın, diğeri konuşmadığın suratsız eleman. Beğenmesine beğendiler ama paylaşmadılar. Pek komik bir video değil gerçi, sen de paylaşma bence. Diğerleri paylaşmamış yani, sen de beğen yeter. Ahaaa!! Yavuklun çevrimiçi oldu hadi yine iyisin!..

-Son olarak şunu söylemek istiyorum, “Tarih-i Ebü’l Feth” adlı eseri Dursun Beg kaleme almıştır; ismimle herhangi bir alakası yoktur.

-Şimdi sen başka linklere tıklayacaksın ya sevgili okur, her şey sana benzeyecek.

-Fin

Kıssadan Hisse Senedi: Empati


Nerede kaybediyoruz? İnsanoğlundaki bu acımasızlık hissiyatının kökeni nedir? 21.yy bile bu konuda bir panzehir üretemedi. Sorunlarımızın çözüm kaynağı hala aynı silahlar. Bir noktaya kadar hepimiz medeniyiz, ancak bardağın suyu taştığı zaman hemen sıvamaya başlıyoruz kolları. Tekrar soruyorum, nerede kaybediyoruz?

Şiddet içerikli bir giriş yaptığımın farkındayım, bu sebepten içimdeki şiddetten bi’haber masum çocuğa veriyorum kalemi. Vereceğim örneklerin ekspresyonist olmasından kaçınacağım. Neyse, bir haftalık süreç içinde yaşadığım bir anım, kafanızdaki bazı soru işaretlerine cevap verebilir. Eski bir arkadaşım, ilkokuldan. Sohbetimiz de iyiydi vakti zamanında. Onun okulu da benimle aynı istikamette olduğundan hergün aynı saatte karşı kaldırımlarda yürüyoruz. Birgün, her zaman aynı kaldırımda yürümenin verdiği bıkkınlıkla atıyorum kendimi karşı kaldırıma. 3 yıldır selamlaşmadığım, ama “feysbuk” tarzı sosyal iletişim ortamlarında kanka olduğum sevgili arkadaşım, fil adımıyla 3 adım ileride.Artık selam verme vaktinin gelip çattığını düşünmeye başlıyorum ve bu beni çok hüzünlendiriyor. Bu hüznün nedeni elbette ki arkadaşım değil. Selam verme sırasında başrolde olmayı sevmiyorum. Biraz yabani olduğum söylenir zaten. Neyse, fil adımıyla kaldı iki adım. Yavaş yürümek için çırpınıyorum adeta. Cüneyt Arkın edasıyla bir sağa bir sola bakıyorum. Kaldı bir adım. Selam vermek kaçınılmaz gibi gözükse de, ben yine de başrolü üstlenmeyeceğim. O an vicdanıma bu sözü veriyorum. Karşı kaldırıma geçme planı da yaklaşmakta olan belediye otobüsüyle artık imkan dahilinde değil. Bu melankoli trafiğinde sağ yanıma bakmamla arkadaşımı görmem bir oluyor. Üç saniyelik bir karar aşamasından sonra selam vermeden geçiyorum ki o da selam vermiyor. O an haklı olmanın tatlı gururunu yaşadığımı hissediyorum.

Ertesi gün, evelsi gün sıkılıp karşıya geçtiğim yol arkadaşım sevgili kaldırımımı özlediğimi fark ediyorum.Yüce Tanrım!.. Biricik kaldırımım işgal altında!.. O an emperyalizmin ne demek olduğunu gerçekten anlıyorum. Boğazımda düğümlenen hıçkırık, “bırak selam verme” diyor. O gün yine selam vermeden geçiyorum. 3-4 gün boyunca aynı şeyleri farklı dramatik kalıplarda yaşıyorum. Bu duygu birikimine daha fazla dayanamayacağımı, zira Genç Werther’in bile ızdırap konusunda benimle yarışamayacağını düşünüyorum.

Bir sonraki gün başrol olmanın verdiği heyecanla, birazdan sizde aynen aktaracağım diyaloğun baş kahramanı oluyorum. Arkadaşımın adını vermek istemiyorum zira onun bu yazı sebebiyetiyle haksız bir üne kavuşması beni hüzünlendirir. Ama gerek sıcakkanlılığı itibariyle siz onu “Ertuğrul” ismiyle bilin. Sizi daha fazla heyecanlandırmadan, diyaloğu aynen aktarıyorum:
Ertuğrul!!
Vay Fethi, ne yapıyorsun!..
İyi kardeşim ya nasıl olsun. Bir haftadır yanından geçiyorum, ne selam ne sabah!..
Abi inanmazsın ben de senden beklemiştim. Selamlaşma konularında esas oğlanı oynamayı sevmem. (Gülüşmeler)
….
Soluksuz kalmıştım. 2 dakikada bana bir hayat dersi vermişti sanki. Beni vezir ya da rezil yapan trajik melankolilerin aynısını o da yaşamıştı, o da düşünmüştü belli ki. Nerede kaybetmiştim? Empati. Yüzyıllardır nerede kaybediyoruz? Yine empati.

Düşünüp düşünüp içlendim. Elinde tüfekle, yurdundan uzakta nefes alan askerleri düşündüm. Tankları, cepheleri… Empatiden yoksunluk muydu bizi böyle yapan? Egoizm bizi günbegün vahşi ve asosyalleştirirken empatinin kudretini ne zaman idrak edecek insanoğlu? Tekrar düşünüp, tekrar içlendim.

Şu beş dakikalık diyalog, kişisel evrimimde büyük bir rol üstlenmişti. Nietzsche’nin “üstün insan”ına bir adım daha yakındım artık. Teşekkürler Nietzsche!.. Teşekkürler Ertuğrul!..

Sevgili okur, sözünü kesiyorum..

Blog açma kararını almak inan ki sevgili okur hayatımın en derin çelişkilerinden biri oldu. Zira yıllardır aklımızı çeler durur, Batı'nın ilmiyle beraber kültürünü de alıalıvermeyelim (trakya şivesiyle) paranoyasıyla önyargılıyızdır az/biraz toplum olarak.

Mülkiyetime dahil ettiğim bu sayfada bol bol eleştireceğim, sorgulayacağım ve "a lot of" derecesinde (sen düşün artık ağırlığını) tenzih edeceğim.

Lafını unutma sevgili okur, daha çok keseceğim sözünü.

Gel bir daha sarılayım lan.